adscode
adscode

Edebiyat mı, felsefe mi, tarih mi? Yoksa bale mi?

Her uğraş erbabı, kendi işinin daha önemli olduğunu bazen böbürlenerek bazen de büyük bir alçakgönüllülük kisvesi altında anlatmaya çalışır.

cemozel2021@gmail.com




Alçakgönüllülük konusuna en iyi örneği Dostoyevski'den verebilirim. Einstein'ın "Dostoyevski bana diğer bilim insanlarından daha fazla şey öğretti"  sözünü duymuşsunuzdur. Bilim insanlarını bile kendine hayran bırakan Dostoyevski’nin, bir edebiyatçı olarak alçakgönüllülüğün kitabını yazmasa da, "Öteki" adlı romanında bu konudan bahsettiğine tanık oluyoruz. Kitapta bir olayı tasvir edecekken, bakın nasıl bir tavrın içine giriyor:

"Ah şair olsaydım! Ama Puşkin ayarında bir şair olmak koşuluyla... İşte aziz okuyucular, öyle bir şair olsam, bu sayılı günü size bir anlatır, bir donatırdım ki; parmağınız ağzınızda kalırdı."

İlerleyen satırlarda ise işi iyice abartarak şöyle diyor:

"Saygıdeğer Olsufi İvanoviç'in tertiplediği şirin baloyu zayıf, renksiz kalemim canlandıracak güçte değildir. Hem sorarım size: Bay Goladkin'in -belki kendi çapında meraklı- ama pek sade serüvenlerini anlatan benim gibi iddiasız, mütevazı bir öykücü o balo öyküsünün üstesinden gelebilir mi hiç! Orada bulunan soylu hanımefendilerin çevresindeki olağanüstü güzellik, zarafet, kibar bir neşe, sevimli bir ağırbaşlılıkla ağırbaşlı bir sevimlilik karışımını kim gerektiği gibi dile getirebilir."

Dostoyevski Türk olsa derdim ki, yok canım o kadar da değil, resmen Tecahül-i Arif söz sanatını kullanmış; ama gelin görün ki yazarımız bir Rus. Kaldı ki Suç ve Ceza gibi bir eseri dünyamıza kazandırmış bir edebiyatçı olarak, Puşkin gibi bir şairin önünde, kendi yerini de tayin ederek şairliği öykücülüğün de önüne alıp gönüllerimizi biraz daha fethetmekte pek bir haklı.

Alçakgönüllülük kavramını bir kenara bırakarak, olaya bir de tersten bakalım. Konuya önce komik; ama trajikomikliğe daha çok uyabilecek bir örnek vererek başlamak isterim. Çocukluktan bir arkadaşım, tıbbi malzeme satan bir firmada çalışıyordu. Yüksek tahsil yapmamasını kendine yakıştıramadığı için, yaptığı işi önemli hale sokacak cümleler sarfetmişti bir rastlaşmamızda: "Düşünsene Cem, ben o malzemeleri götürmesem, ameliyatlar yapılamaz." Öyle ya, sen ne kadar iyi bir cerrah olursan ol, benim sevgili arkadaşım sana o tıbbi malzemeleri tedarik etmese bir hiçsin!

Biliyorum ki, bu örnek çok abartılı. Şimdi bu örneğin kabul edilebilir taraflarından bakarak bazı tespitlerimi sizinle paylaşacağım. Çok sevdiğim bir kitap kurdu dostumla, okuduklarımızın üzerinde konuşurken, edebiyatın felsefeyi etkileyişini Turgenyev'in o pek bilindik Babalar ve Oğullar adlı eserinde geçen Nihilizm konusunun felsefeye nasıl taşındığını konuştuk. Edebiyatın öncülü var mı, diye düşünürken, geçenlerde bu sorumuzun yanıtını da Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi öğretim üyelerinden Mehmet Kuru'nun bizim Bilgi Merkezi’nin gerçekleştirdiği, “BM Söyleşileri” etkinliğinde Ezop Masalları ile ilgili bir sunumunda işittik. Hikaye anlatıcılığını ünlü tarihçi Heredot'a kadar dayandırdığı için edebiyatın da öncesinde, başat alanın "tarih" olduğunu haklı bir şekilde ileri sürdü.

Öncelik ve daha doğrusu önem sırasının kimde olduğu tartışmaları süredursun, iki binli yılların başında okuduğum bir yazı geldi aklıma. O sıralar, söz mü yazı mi diye tartışırken ve üstelik "Söz uçar yazı kalır." lafını dilimize pek bir dolamışken "Önce hareket vardı." başlıklı yazı, bizi epey bir düşünmeye sevk etti. Öyle ya, sözden önce de bir şeyler vardı ve hareket yoluyla duygularımızı ifade edişimiz de bunun bir kanıtıydı. Günümüzdeki tezahürü de "bale" uğraşısından başkası değildi.

Başlangıcı ve önem sırasını gaz ve toz bulutuna kadar götürmeden, yazımı sonlandırmaya başlasam iyi olacak. Yoksa daha pek çok alan, bu önem listesine girmek için sırada bekliyor.

Uzun zaman olmuş yazmayalı. Nasıl dolduysam artık! Pek bir gevezelik ettim. Affola...

 


Emoji ile tepki ver!

Bu Yazıyı Paylaş :

    0 Yorum
  • Yorumu Gönder
  • Diğer Yorumlar (0)