Bir yazarın edebi üretimini sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmek için, onu yalnızca ideolojik veya politik duruşuyla sınırlı okumamak gerekir. Zira yazarın düşünsel dünyası, her ne kadar eserlerinde belirli izler bıraksa da, edebi yaratıcılığın ve estetik değerlerin bütünüyle ideolojiye indirgenmesi, edebiyatın doğasına aykırıdır. Dolayısıyla, siyasi, felsefi ya da dini kanaatleri bize uzak olsa bile, yazarın metinlerine yönelmek, okur için ufuk açıcı bir deneyim olabilir.
Türk edebiyatında lise yıllarında sıkça karşılaşılan örneklerden biri, Nazım Hikmet ve Necip Fazıl’ın karşı karşıya getirilmesi ve öğrencilerin hangi tarafı seçtiğine göre bir kutuplaştırmaya tabi tutulmasıdır. Oysa her iki isim de bu toprakların edebiyat mirasına derin izler bırakmıştır. Dahası, yazarların kişisel yaşamları incelendiğinde, Nazım Hikmet’in aile kökleri sayesinde Mevlevi geleneğiyle kültürel bir temas yaşamış olması ya da Necip Fazıl’ın gençlik dönemindeki bohem hayatın etkisine kapılıp, içki ve kumar alışkanlığı, onların değişken insanlık hallerini ortaya koyar. Yazarlar da insandır; zamanla ideolojik pozisyonları kayabilir, fakat edebi kudretleri çoğunlukla sabit kalır.
Bu nedenle, yalnızca düşünce sistemlerine bakarak bir yazarı reddetmek yerine, en azından bir eserini okumak, okurun kendi zihinsel ufkunu genişletmesi açısından kıymetli bir kazanımdır. Nitekim bu durum yalnızca Türkiye’ye özgü değildir. Fransız yazar Balzac, olağanüstü edebi gücüne rağmen siyasi görüşleri sebebiyle yoğun biçimde eleştirilmiştir. Benzer biçimde, Norveçli yazar Knut Hamsun, Nazi sempatizanı olmakla suçlanmış; kitapları topluca yakılmıştır. Halbuki Açlık adlı romanı, insanın varoluşsal sefaletini bütün çıplaklığıyla hissettirebilen bir başyapıttır.
Elbette burada politik söylemlerini yalnızca şöhretlerini pekiştirmek için kullanan yazarlarla, samimi edebi üretim yapanları ayırt etmek gerekir. Popülist çıkışları sayesinde Nobel Edebiyat Ödülü kazananlar olmuştur; fakat nitelikli okur bu farkı kolaylıkla görür. Tersi de doğrudur: Edebi gücü Nobel’e değer yazarların, politik duruşları “uygun” bulunmadığı için görmezden gelindiği olmuştur. Nihayetinde ise edebiyat tarihi, gerçeği ayıklayıcı bir işlev görür; nitelikli eserler okur nezdinde hak ettiği değeri bulur.
Sonuç itibarıyla, bir yazarı okumaya veya reddetmeye karar verirken önyargılarımızı ölçüt edinmemeliyiz. Gerçek anlamda okur bilinci, yazarı ideolojik sınırların ötesinde değerlendirmeyi mümkün kılar ve bu da düşünsel zenginliğin kapısını aralar.

