adscode
adscode

PARİS, JE T’AIME!

Yıl 2004. 19 yaşındayım. Bir şiir yazdım, konu: umut. Bir dönemlik Fransızcam ya var ya yok.

damlaaktan@gmail.com





Yıl 2004.  19 yaşındayım. Bir şiir yazdım, konu: umut. Bir dönemlik Fransızcam ya var ya yok. Türkçe düşündüm, İngilizce’ye çevrilişini kafamda canlandırdım, ve Fransızca’ya da çevrilebileceğini bilerek yazdım şiiri. Fransızca hocalarımın ufak dilbilgisi dokunuşlarıyla, şiir Fransız Kültür’den birincilik aldı, ve ben bir aylığına, tam burslu olarak Paris’e gönderildim. Paris’in göbeğinde, tam bir ay! Dil eğitimi…
O kadar ki, Paris’e ilk indiğimde, annemlere telefon etmek istediğim telefon kulübesine taktığım kartta otomatik sesin “tapez diez” (kare tuşuna basın) dediğini anlayamayacak kadar yabancıyım o dünyaya. Şiir yazmaya benzemiyor tabi Fransızca!

Karşımda kocaman bir aşıklar şehri duruyor. Gecesi ayrı güzel kokuyor, gündüzü ayrı güzel bakıyor. Uçakta giderken neredeyse iki saate yakın gözyaşlarımı tutamamıştım sebebini hiç bilmeden, meğerse, dilini bilmediğim bir şehirde, hayatımın en zorlu sınavları bekliyormuş beni. İlk üç gün, dilini neredeyse anlamadığım bir ülkeden evime dönmeyi aklıma koyarak valizimi açmadım! Sonra aynı yurtta kaldığım bir kız geldi ve beni Fransız arkadaşlarıyla tanıştırdı, valizimi birlikte açtık, duvarlara resimleri birlikte yapıştırdık. Gökyüzüne bakan o odada başladım ilk yazılarımı yazmaya…

Tam alışmaya başladım, telefonumu tuvalete düşürdüm, kaldım iletişimsiz. Okuldaki Fransızlar tuttu elimden, götürdüler telefoncuya, baktık yapılacak bir şey yok, aileme ulaştık birlikte, bana eski telefonumu yolladılar ta Türkiye’den uçak kargoyla. Sonra tam alışırken metroda bir delinin el tacizinden dilini hiç bilmediğim insanlar sayesinde kurtuldum. Adama nasıl çıkıştıklarına, ben daha ne dediklerini tam anlamazken, o insanların beni nasıl koruyup kolladıklarına inanamazsınız! Bir de nasıl korktuğumu düşünün tabi. 

Sonra indim metrodan yurda yürürken, üstünde beyaz atlet ve şorttan başka hiçbir şey olmayan başka biri, muhtemelen evsizlerdendi, veya akıl sağlığı yerinde değildi, peşimden yurt binasına doğru koşmaya başladı, bir yandan da bağırıyor, sanırım para falan istiyordu, ama ben yine anlamıyordum. İçimden bildiğim bütün duaları okuyarak koşa koşa yurda attım kendimi, odaya girdiğimde sinirlerim boşalıp hüngür hüngür ağlamaya başladım. Kapım tıklatıldı birden, okuldan bir Fransız arkadaş. Allah gönderdi… Beni ağlarken görünce daldı odaya, elimi yüzümü yıkattı bana, bir de güzel kahve yapıverdi iki dakkada… Oturduk sohbet etmeye başladık…

Paris, korkularıma inat beni insanlarıyla sarmalayıp büyüten şehir! Bana renklerini sundu sonra. 14 Temmuz’da, Jacques Chirac atıyla ve bir alay insanla önümüzden geçerken şehir rengarenk, fener alayı gibiydi. Onların bağımsızlık günlerinin kutlaması adına Eiffel ışıl ışıldı gecenin karanlığında, kuleye paralel yeşil alanlarda insanlar ellerinde kahveleri, yanlarında sevdikleri  şarkılar söylüyordu havaya atılan havai fişeklerin eşliğinde. Seine nehrinde kanolar akıyor, Notre Dame kilisesi çanlarını her zamankinden daha güçlü çalıyordu. Biz 29 Ekim’de nasıl bir coşku hissediyorsak, o insanlar da benzer duyguları yaşıyorlar.

Sacre Coeur tepesinde, ressamlar hem turistlerin hem de şehir halkının kara kalem resimlerini kağıtlara geçiriyordu. İstanbul’un Fransız sokağını andırır nitelikte…. İstiklal Caddesi ya da… Tepeye çıkan merdivenlerin başlangıcından bir dondurma kaptınız mı, tadını merdivenin son basamağına dek tüm hücrelerinizde hissediyordunuz.

Paris Opera binası, hayatınızda görebileceğiniz en sanatsal bina, içinde büyülü bir dünya var. Sanatçıları, bizim sanatçılarımız kadar duyarlı, duygusal ve onlar gibi insan…

Eiffel’in en tepesinden şehre bir baktınız mı, dünyanın en güzel şehirlerinden birinde, aşkı, ve sonsuzluğu hissetmemek mümkün değildi. Hele bir de yolunuz Disneyland’a düşerse, renkli bir dünyada yeniden çocuk olmanın değmeyin keyfine…

Bu şehir, son günlerde bizim gibi 150 kayıp verdi teröre… Acıyı bizim gibi hissettiler, belki uzun zamandır ilk defa. Son günlerde Paris’te yaşanan olaylardan sonra sosyal medya ikiye bölündü adeta, bir yanda onların acısını paylaştığını dile, resimlere, sözlere dökenler; diğer yanda “Fransız emperyalizmi hak etti!”, “Onlar burada patlama olduğunda profil resimlerini mi değiştirdiler ki?” diye soranlar.
Hayretle bakıyorum Facebook ana sayfama, biz ne zaman bu kadar insan olmayı unuttuk acaba diye?

Soruyorum şimdi…. İnsan olmak, ölümü ayırt etmek demek mi ki? Acıyı paylaşmamak demek mi ki? Ya da acıyı paylaşmanın bile karşılıklı olmasının gerekmesi demek mi insan olmak? “Onlar yapmazsa biz yapmayız” demek mi? Geçmişin intikamını almak mı ilerlemek, insan olmak? Savaş hangi ara insanlığı bu kadar öldürdü de biz farkına varamadık?

Realist politikaların güç uğruna savaşan hükümetlerinin cezasını masum ve nazik insanoğlu çekmemeli! Görevi bile politika belirlemek olmayan insanların cezalandırılmış olmasını politik geçmişimizin bir rövanşı veya empati kurabilmelerinin bir yolu olarak görmek de bir o kadar insanlık değil çünkü. Üzgünüm, öyle değil.

Bir gün yolunuz Paris’e düşerse, belki de hayatınızın yollarının kesişeceği insanlar o milletin insanları. Masum, bizim gibi hayatları olan insanlar. Ölenler, bizler gibi kalbi olan, sinemaya, tiyatroya, konsere, maça giden insanlar. Onlar, Ankara’da ölen insanlar gibi… Onlar, Suruç’ta ölen insanlar gibi. Onlar, Beyrut’ta ölen insanlar gibi.

Az evvel bir haberde okudum. Ben 19 yaşındayken hayatımın gidişatını acıdan ve korkudan mutluluğa çeken Fransız halkı, bugün yaptıkları eylemde de, ne Ankara’yı ne de Beyrut’u unutmadılar. Belki de orada yaşayan birkaç Türk unutturmadı, kimbilir…

Ama gerçekten, fark eder mi?

Şu küçücük dünyada, aynı yer küreye doğup, aynı adaletsizlikle karşılaşıp, aynı ölümü tecrübe etmiyor muyuz hepimiz?

Demem o ki, ölüm, hiçbir kalbe yakışmadığı gibi, aşkın şehrine de hiç yakışmadı.

Demem o ki, Paris, je t’aime! Seni ve kalbinde kötülük taşımayan tüm masum insanlarını seviyoruz. Politikalar, sınırlar, liderlerin emperyalizm tutkusundan fersah fersah uzakta yaşayan bizim gibi insanlar, sizleri seviyoruz. Aynı terörün kurbanları olmamak için, sevgiyle birleşebilmeyi öğretebilirsek dünyaya, belki insan olmayı da hatırlarız yeniden.

----
Unutmadan… 19 yaşında yazdığım şiirin adı “Yaşamın Umudu” idi. Şu dizelerle bitiyordu şiir:
“Çünkü umut, yaşayabilmek demektir
 Çünkü umut, yaşamın umudunu hissedebilmek demektir” …
----
Paris’te, Suruç’ta, Ankara’da, Beyrut’ta, ve dünyanın her yerinde, yaşama umudu taşıyan her kalbe adıyorum. Bir gün, hissettiklerimizin, yaptıklarımızın, paylaştıklarımızın karşılığını beklemeden yaşayabildiğimiz günlere uyanmak dileğiyle…
 

Emoji ile tepki ver!

Bu Yazıyı Paylaş :

    0 Yorum
  • Yorumu Gönder
  • Diğer Yorumlar (0)
Yazarın Diğer Yazıları
Güle güle Mario Levi…
Milyonluk haber: 9.05