adscode
adscode

Bayramları Var Ama Kendileri Yok! Buruk Bir 23 Nisan Anısı!..

Dünyada çocuk bayramı olan ilk ülkeyiz. Eskiden öylesine coşkulu kutlanırdı ki, “23 Nisan Neşe Doluyor İnsan” tekerlemesi hafızalarımızda yer etmişti. Şimdi yerinde yeller esiyor!

Bayramları Var Ama Kendileri Yok! Buruk Bir 23 Nisan Anısı!..
Günün Yazısı

 
Sanki biz aynı biz, çocuklar aynı çocuk, ülkemiz aynı ülke değilmişçesine! Aslında değişen fazla bir şey yok! Sadece moraller ve algılar biraz bozuk o kadar!..
 
Hiçbir konuda, hiçbir şeyin keyfi yokken, çocuk bayramının nasıl keyfi olabilir ki!
Deve misali hangi konuda her şey düzgün de, bu konuda sıkıntılıyız!
Ve bunların hiç birini hak etmiyoruz.
Kiminle konuşursanız konuşun, hiç ama hiç kimsenin ülke sevdasından ve çocuk sevgisinden zerre kadar taviz vermediğini görürsünüz.
Peki o zaman gelinen bu nokta niye?
Bazen mini minnacık kırılmalar, kırgınlıklar, yürek yanmaları. kopuşlar getirebiliyor.
Tıpkı aşağıdaki öyküde olduğu gibi.
Ama biz hep biziz, her ne kadar çok farklı görüntüler versek de.
Değişmedik, değişmeyiz, değişmeyeceğiz de…
Öykü biraz uzun ama sonuna kadar okuyun lütfen.
Çünkü hemen herkes içinde kendinden bir şeyler bulacak!..
 
        -Bir bayram anısı-
         
         Bahar geldimi şu lanet olasıca okul bitse de bir hürriyetime kavuşsam diye karanlık gecede hastanın sabahı beklediği gibi başlardım beklemeye. 23 Nisan bayramı bitince okul da biterdi. Belkide benim aklımda öyle kalmış, bilmiyorum.
          Okul kapandımı, kır eşeğimizi alır harman yerine giderdim. O yayılırken ben arkadaşlarımla çelik, çomak, mullaraz, uzun eşek, yakar top gibi oyunlar oynar, kayalara tırmanırdım. Derelerde çimer, çayırlara yatar, güneşte biraz ısınıca da ağaçlara çıkar, konu komşunun meyvelerini mideme indirirdim. Eve dönerken ineğimize biraz ot yolup götürmeden gayrı işim olmazdı. Gezmekti tek işim, sokak çocukları gibi hürdüm.
         Bazı günler komşu abilerden birinin arkasına takılabilirsem Körkuyu Çayırına, Derindere'ye, Göktepe'ye ya da Karnıyarık Tepesi'ne giderdik. Oralar biz çocukların tam hürriyetine kavuştuğu yerlerdi. Yetişkinlerden ırak, çocuklar ülkesi. Kendimizi çiçeklerle bezenmiş bir halıya benzeyen çayırların üstüne kaldırır atardık. Boğuş Allah boğuş. Koş Allah koş. Oyna Allah oyna, ne karışan var, ne dolaşan. Çevrede o kadar çok çiçek vardı ki kiminin kökünü söker yumrularını, kiminin taç yapraklarını yerdik. Kimininse gövdesindeki öz suyu emerdik. Sakız kanatırdık. Kangal dikenlerinin kafalarını koparır, taşla ezer, elimize batan dikenlerden ayıkladıktan sonra soyar, yumruyu çıkarır yerdik... Karnımızı otla çiçekle doyurur, akşam olmadan eve dönmeyi düşünmezdik. Eve dönerken de bir demet çiçek, birazda ot toplamayı ihmal etmezdik, ama okul öylemiydi?
         Bahar geldimi şiir ezbelenecek. Bayram için özel elbise diktirilecek. Bu elbise işi bizim evde her zaman sorun olmuştur. Bahar gelmesine rağmen, havalar ısınmaz don dolayısıyla babamın işleri daha açılmamış olurdu. Kış boyu babamın elinde avucunda  para kalmaz, artık esnafta borçlar biriktiği için borç da vermezlerdi.
        Öğretmenimiz bayram günlerinin yaklaştığını, bayram törenine en güzel elbiselerimizle katılmamız gerektiğini anlatırdı. Okullar içinde en şık biz olmalıydık. Pırıl pırıl parlamalıydık. Hali vakti biraz yerinde olanlar borç harç çocuklarına yeni bir elbise ayarlardı, ama babamın gerçekten bahar geldimi, hele kışlar da biraz uzadımı, beş kuruşu kalmazdı. Babamın içi burkulur, yavrucuğunun elden geri kalmasını istemezdi, ama elde yok avuçta yok ne yapsın.
         Okul hayatım boyunca bir şiir ezberlemekten, bir de marş söylemekten nefret ettiğim kadar hayatımda hiç bir şeyden nefret etmedim. Hiç bir şiiri(vatan millet palavraları içeren) ve marşı başından sonuna kadar bu güne kadar ezberleyemedim. İlk okul dördüncü sınıfta öğrendiğim bir bayram şiiri hariç. Bir 23 Nisan bayramında, öğretmenimiz hepimize birer şiir vermişti. Kim ezberler ve güzel okursa bayram yerinde okuyacaktı. Çok istedim, haftalarca çok uğraştım, nihayet başarmıştım, ezberlemiştim. İyi de okuyordum her halde, seçilmiştim, bayramda okuyacaktım.
            Benim ezber kabiliyetim oldukça zayıf, bu benim akılsız olduğum falan anlamına gelmez. İkisi ap ayrı şeyler. Ezberi kuvvetli olan insanlar, hiç de akıllı insanlar değildir, çünkü onlar çabucak öğrendikleri için kafalarını çalıştırmazlar. Neyse biz konumuza dönelim.
           Bayram günü geldi çattı. Okul bahçesinde üçerli sıra olduk. Uyar adımlarla, sırayı hiç bozmadan, marşlar söyleyerek, önde okulumuzun sancağı, arkasında trampet takımı, mili oyun elbiseleri giymiş bir bölük, arkalarında okulun bodrumunda sakladığımız tahta tüfekli manga, onun arkasında maddi durumları iyi olan çocuğuna kağıt ya da ipekli kumaştan bayrama özel elbise dikmiş ya da diktirebilmiş ailelerin çocuklarından oluşan  grup, en arkada da günlük okul kıyafetiyle bayrama katılmak zorunda kalan biz fakir ailelerin çapulcu çocukları olmak üzere bayram yerine vardık.
          Artık havalar iyice ısınmıştı. Her taraf ana baba günü gibiydi, her yer insan kaynıyordu. Kasabadaki bütün ilk ve orta dereceli okullar ve onların anne babaları pazar yerinde, Atatürk'ün heykeli etrafında toplanmıştı.
          Sıra bana gelince şaşıracağım, öğretmenimi rezil edeceğim, okulumun kazanma şansını ellerinden kaçırmasına sebeb olacağım korkusuyla  kıvranıyordum. O zamanlar törene katılan bütün okullardan sadece bir tanesi seçilir o bayramın galibi olurdu ya da öğretmenimizin bizim iyi hazırlanmamızı sağlaması için söylediği beyaz yalanlardan biriydi bu. Karnıma sancılar giriyordu. Biliyordum haftalarca alıştırma yapmıştım. Belki bin kez harman yerinde, bağda, bahçede ağaçlara, topraklara, taşlara, kayalara bağıra bağıra şiirimi okumuştum. Babaannem usanmadan yılmadan belki bin kez dinlemiş, beğenmişti. Öğretmenim de beğenmişti, beğenmese seçmezdi. Seçilmiştim.
           Yakıcı güneşin altında bekleşiyorduk, koyunlar gibi. Hayır, hayır koyunlar gibi değil  sınırlarımızı bekleyen, bizi düşmanlardan koruyan askerler gibi hazır ol vaziyetinde bekliyorduk. Bekliyorduk. Sırayı bozduğumuzda ya da yanımızdaki ile konuştuğumuzda başımızda bekleyen sınıf öğretmeniz bizi hemen uyarıyordu. Yurdumuzu düşmanlardan kurtaran askerlerimiz gibi yiğit ve vakur bir duruş sergilemeliydik.
          Nihayet şeref alayının okulları selamlama töreni başladı.  Başta kaymakam, yanında omuzlarında yıldızlar parlayan resmi elbiseli komutan ve belediye reisi, falan filan... sıraya dizilmiş hazır ol vaziyetinde duran okulların önüne vakur adımlarla geliyor "Bayramınız kutlu olsun çocuklar." diyor. Biz de hep bir ağızdan, kurulmuş çelik bir yay gibi çevik bir biçimde "Sağol." diyorduk.
          Bu tantana bittikten sonra. Önce kaymakam konuşma yaptı, uzun uzun. Uzaktan ses geliyordu, yankı yaparak. Sonra komutan, yurdumuzun dört bir yanını düşman sarmışken şerefli Türk askerinin düşmanları Atatürk'ümüzün başkomutanlığında nasıl denize döktüğünü bir bir anlattı. Sonra bir okulun müdürü zor şartlar altında Atatürk'ümüzün nasıl Türkiye Büyük Millet Meclisini kurduğunu... Sonra başka biri başka bir şeyi, daha sonra başka biri konuştu...
              Daha sonra milli oyun ekipleri gösterilerini sundu. Bütün okullardan seçilen öğrenciler, temsili düşmanı denize dökme gösterisi yaptı. Bizim okuldan seçilen tahta tüfekli efelerin düşmanlarla kahramanca bir çatışması vardı ki görmeye değerdi. Artık hepimiz iyice anlamıştık düşmanlarımız bir daha ülkemizi işgal etmeye asla cesaret edemeyeceklerdi. Biz vatanımız için canımızı feda etmeye hazırdık. Ya şehit olacaktık, ya gazi. Ölümden korkmayacak vatan için gözümüzü kırpmadan ölüme atılacaktık. Padişahlar gibi kancıklık yapmayacak, vatanımızı kahramanca koruyacaktık.
              Ayakta dikilmekten yorulduğumdan mı, yoksa şiirimi okurken büyük bir hata yapacağım: Örneğin, altıma kaçıracağım korkusundan mı olacak bimiyordum,  çöp bacaklarım tir tir titriyordu. Karnım ağrıyordu, sıkışmıştım. Bilmiyorum belki de sıkışmamıştım, ama bildiğim kesin bir şey vardı, şiir okuyamacak kadar yorulmuştum, acıkmıştım. Bu halimle 'asker gibi gür sesle, gök kubbeyi çınlatarak' şiirimi nasıl okuyacaktım. Çünkü öğretmenim bana öyle demişti. Artık kendim için üzülmüyor. Öğretmenim için üzülüyordum. Öğretmenim böyle önemli bir günde bula bula benim gibi şapşalın birini mı bulmuştu. Bir torba inciri berbat edince öğretmenim çok bozulacaktı, belki de beni asla bir daha sevmeyecekti.
               Ben bunları düşünürken şiir okuma sırasının bizim okula geldiğini söylediler. Baş öğretmenimiz şiir okuyacaklar öne çıksın dedi. Seçilenler öne çıktık. Baş öğretmenimiz bizi sıraya dizdi. Ayaklarımızı karnımıza çekerek kürsünün yanına kadar uygun adımlarla yürüdük, vardık. Hazır ol vaziyetinde sıramızın gelmesini bekliyorduk.
              Babam ve annem coşarca el sallıyordu. Benimle gurur duydukları hallerinden belli oluyordu. Belli ki annemin gözü dolmuş, dirseğiyle babamın göğsüne dürtüyor "Oğlumuza bak, oğlumuza." diyordu.
             Bana bir cesaret gelmişti. Var gücümle bağıracak, mikrofondan sesim bütün kasabaya yayılacaktı. Günün kahramanı ben olacaktım. Babam artık güreşlerde yenildiğimde bana kızmayscak. 'Olsun benim oğlum, her ne kadar güreşlerde kimseyi yenemiyorsa da, aslanlar gibi şiir okuyor.' diyecekti. Artık babam  benim gibi çöpbacak, tırışık bir oğlu olduğu için eskisi kadar üzülmeyecekti.
              Benden önceki arkadaşım şiirini okudu bitirdi. Herkes alkışlıyordu, her yer çın çın çınlıyordu. Sıra bana geldi. Töreni yöneten öğretmen bana sümük görmüş gibi tiksinerek baktı: "Kürsüye bu kıyafetle mi çıkcaksın." dedi. Elinin tersiyle beni kenara itti. Benden sonraki arkadaşıma "Gel kızım!" dedi. Kızın sırtında krep kağıdından yapılmış bir elbise vardı. Arkasına da iki kanat takmışlardı. Uçmaya hazır bir kelebek gibiydi. Şaşırıp kalmıştım. Dünyam yıkılmıştı. Elim ayağım titriyordu. Ne yapacağımı bilemiyordum. İçimden kimse duymadan "Sıçıyım sizin bayramınıza!" dedim.
              Tek isteğim okulun bir an önce kapanmasıydı. Gerçekten de çok sürmedi okul kapandı. Hürriyetime kavuşmuştum. Artık yaz boyu hürdüm, koşacaktım, boğuşacaktım, havuza gidecektim, dağlara, taşlara, ağaçlara tırmanacaktım.
              Kimse benim giydiğimle, yediğimle, yaşadığımla ilgilenmeyecekti. Ben de büyüdüğüm zaman canımı onların vatanı uğruna feda etmeyecektim. Dedem gibi savaştan kaçacaktım. Helal olsun dedeme, ne iyi etmişti de cepheden kaçmıştı. Herkes dedem gibi yapsa, kimse savaşmasa... Savaş olsa kimse savaşa gitmese, dünya ne güzel bir dünya olurdu!!!!!!
            İnsanlar birbirini niçin öldürüyordu? Çocuklar ağız birliği yapsa, bayramlara katılmasa, küçükken 'Varlığım Türk varlığına armağan olsun!' diye yemin etmese, büyüyünce de vicdanı red hakkını  kullansa askere gitmese yine savaş olur muydu? (İS)

 
                            
 
 

Emoji ile tepki ver!

Bu Haberi Paylaş :

Etiketler :

Benzer Haberler
    0 Yorum
  • Yorumu Gönder
  • Diğer Yorumlar (0)