adscode
adscode

Tarih dersleri Atatürk'ten arındırılıyor mu?

ADD Bilim Danışma Kurulu üyesi Mustafa SOLAK, önümüzdeki eğitim öğretim yılında 9., 10., 11., 12. sınıflarda okutulması düşünülen “Ortaöğretim Tarih Dersi Programları"nın genel değerlendirmesini yaptı.

Tarih dersleri Atatürk'ten arındırılıyor mu?
Eğitim

ORTAÖĞRETİM TARİH DERSİ ÖĞRETİM PROGRAMI RAPORU

          

            Raporumuzun ilk kısmı MEB Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı’nın 2016-2017 ders yılından başlamak üzere 9., 10., 11., 12. sınıflarda okutmayı düşündüğü “Ortaöğretim Tarih Dersi Programları”nın genel değerlendirmesini ortaya koymaktadır. İkinci kısımda da programın tek tek hedefleri ve öne çıkan yönleri ele alınmıştır. Üçüncü kısımda da önerilerimiz yer almıştır.

GENEL DEĞERLENDİRME

                   “Ortaöğretim Tarih Dersi Programları” Atatürk’ten, Kurtuluş Savaşı’ndan, Cumhuriyet Devrimi’nden bahsetmediği gibi, Osmanlı Devleti öne çıkartılmaktadır. Eğitim Bir Sen’in ifade ettiği biçimde öğretim programı Cumhuriyet’ten, Atatürk devrimlerinden arındırılmaktadır. “Kurtuluş Savaşı” ve “devrim” ifadelerine yer verilmemiştir. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin hedeflendiği ele aldığımız şu maddelerle görülebilir:

       1- Programın amaç kısmını belirten giriş bölümünde gelebilecek eleştirileri engellemek için öğrencilerin tarih derslerini “faydasız, sıkıcı ve pratik hayata yönelik katkısı olmayan dersler olarak” değerlendirdikleri belirtilmekte ama bir yandan da “ulus inşa”sı eleştirilmektedir. İlgili cümleler şöyledir:

         “Cumhuriyet rejimine ve imparatorluktan ulus-devlete geçişle birlikte ise tarih öğretimine ulus inşa sürecinde doğrudan bir rol verilmiştir. Cumhuriyet dönemi tarih öğretim programlarının ağırlıklı olarak topluma ortak bir tarih bilinci ve değerler manzumesinin aktarılması temelli yapılandırıldığı görülmektedir. Bu programlarda içerik genelde kronolojik bir anlayış çerçevesinde yapılandırılmıştır. Çok geniş bir muhtevayı bilgi düzeyinde aktarma esasına dayanan ve siyasi tarih merkezli kronolojik olaylar silsilesi olarak kurgulanmış tarih öğretim programları ülkemizde klasik, öğretmen merkezli tarih öğretimine zemin hazırlamıştır. Bunun neticesinde bazı öğrenciler tarih derslerini faydasız, sıkıcı ve pratik hayata yönelik katkısı olmayan dersler olarak görmüşlerdir. Bu algı günümüzde toplumun farklı kesimlerinde varlığını devam ettirmektedir.”

            Görüldüğü gibi tespit yapar gibi önce tarih dersinin Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolarca ulus inşası ve ortak bilinç verilmesi yönünde değerlendirildiği belirtilmekte; fakat ilgisiz bir şekilde başka bir konuya geçmekte ve dersin sıkıcı, faydasız bulunmasından bahsedilmektedir. Aslında burada tarih dersinin laik ulus yaratma girişimi eleştirilmektedir. 

               Tarih dersinin en baştaki amacı ortak geçmiş üzerinden halkı aynı arzularda birleşmiş bir geleceğe yönelen topluluk yani ulusu oluşturmak ve pekiştirmektir. Ulus inşasının söylenmiş olması bilinmeyen bir gerçek olmadığı için bilgi vermek amaçlanmıyor. Ümmetten ulusal devlete ve ulusa geçiş hedef tahtasına oturtuluyor.

             2- Atatürk İlke ve Devrimlerine isim verilmeksizin “Hıristiyan Batı dünyasının zorlamaları sonucu batılı ıslahatlar” denmek suretiyle, devrimlerin “halka rağmen” yapıldığı ima edilmektedir.

             3- Kurtuluş Savaşı, Trablusgarp Harbi, Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, Kore Harbi gibi yapılan savaşlar arasında sayılmayarak gözardı edilmiştir. Dahası “Yeni Osmanlı ordusu” adlandırmasıyla iktidarın “Osmanlıcılık” siyaseti ve yeni anayasa isteğine gönderme yapılmaktadır.

          4- 11. ve 12. sınıflarda “Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi” dersinin zorunlu olması gerekçe gösterilerek, bu derste işlenen konulara 10. sınıflarda yer verilmemiş ve müfredattan çıkartılmıştır. Anlaşılan bu dersin seçmeli olması gerektiği düşünülmektedir. 

           5- “Türk Tarihi”, “Türkiye Tarihi” ifadeleri ile Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Osmanlı Tarihi ile birleştirilmiştir. 10. sınıf tarih dersi öğretim programının 4. ünitesi olan “Devrimler Çağı ve Yenileşme: Küreselleşen Dünyada Türkiye (1774-1974)” başlığı altında Osmanlı ve Cumhuriyet arasında bir süreklilik olduğu vurgulanmaktadır. Oysaki Osmanlı devleti ile Türkiye Cumhuriyeti arasında kopuş vardır. Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı Devleti yıkılarak kurulmuştur.

           “Cumhuriyet” kelimesi 86 sayfalık programda 38 yerde geçtiği halde sadece 2 yerde “Türkiye Cumhuriyeti” denmiştir. “Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiye’si”, “Cumhuriyet dönemi” şeklindeki kavramlandırmalarla Osmanlı Tarihi ve Türkiye Cumhuriyeti tarihi tek bir “Türkiye Tarihi” içinde değerlendirilip “Türkiye Cumhuriyeti Tarihi” unutturulmaya çabalanmaktadır. Süreklilik vurgusuyla tek bir “Türkiye Tarihi”nden bahsedildiğinden, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi dersinin içeriğini açıktan eleştirmeyi göze alamadıkları şu cümleden bellidir:

             “11. sınıfta bütün öğrencilere zorunlu olan ayrı bir Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi dersinin mevcudiyeti dikkate alınarak, söz konusu derste işlenen konulara 10. sınıf öğretim planında yer verilmemiştir.”

            6- Osmanlı dönemindeki tekke ve medreselerin “birey ve toplumun talim ve terbiyesinde” roller üstlenmesi yönüyle övülürken Harbiye, Tıbbiye, Mülkiye ve mühendishanelerin “Osmanlı’nın Avrupa devletleriyle girdiği askeri ve ekonomik rekabetin sonucu” olarak ortaya çıktığı belirtilmiştir. Burada bu kurumların tekke ve medreselerin yerini almasına tepki vardır. Çünkü bu okullardan yetişen aydınlar Jön Türk (Genç Osmanlılar), İttihat Terakki hareketlerini yaratacak ve Meşrutiyeti ilan edeceklerdir. Osmanlı’nın çökmesinin sebebi de halifeci çevre tarafından bu kadrolara bağlanacaktır. Ayrıca tekke, zaviye ve medreseler emperyalizmle işbirliği içindeki padişahla beraber halkın din duygularını sömürmüşlerdir. Bu gerçek atlanmıştır.

           1933 Üniversite reformu “Cumhuriyet devri Türkiyesi’nde bilim paradigmasının resmen değiştirilmesi” olarak nitelenerek medreselerin kapatılmasının hazımsızlığı yansıtılmıştır. Bilim paradigmasından kastedilenin ne olduğu söylenmeyerek niyetlerini gizlemeye çalışmaktadırlar. 

           7- Bilim yerine ilim, irfan, hakikat, kadîm ilim, kadîm bilim kavramları daha çok kullanılarak din temelli bilgi edinme anlayışı geçerli kılınmak istenmektedir. Ders, dini niteliğe büründürülerek bir takım şahsiyetlerin “ululuğu” ima edilmeye çalışılmıştır. 

PROGRAMIN AMAÇLARI 

          A) Yeni Osmanlıcılık: Programın amaçları arasında Osmanlı ile günümüz arasında bir süreklilik olduğu belirtilmektedir. “Osmanlı hafızası”na gönderme yoluyla mevcut iktidarın “Yeni Osmanlıcılık” diye özetlenebilecek “Osmanlı bakiyesi”ni içeren coğrafyada güç olma siyasetine tarihsel dayanak yaratmaktadır.  Bu durum şöyle ortaya konuyor: 

          “Cumhuriyet döneminde Türkiye’nin izlediği denge ve ittifak kurma stratejisi ile Geç Osmanlı stratejik tercihleri arasındaki sürekliliği kavrar.

            a) Türkiye’nin NATO’ya girişi ve Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne karşı Batı Dünyası ile yakınlaşması tercihi, Osmanlı Devleti’nden miras kalan stratejik hafıza ile ilişkilendirilerek araştırılır.”

           10. sınıf tarih dersi öğretim programı, “Türkiye Tarihi” üst başlığı altında 4 üniteden oluşmaktadır.

          1. Ünite: Yerleşme ve Devletleşme: Malazgirt’ten İstanbul’a (1071-1453)

          2. Ünite: İstikrar ve Büyüme: Dünya Gücü Osmanlı (1453-1600)

          3. Ünite: Kriz ve Dönüşüm: Değişen Dünya Dengeleri ve Osmanlı Devleti (1600-1774)

          4. Ünite: Devrimler Çağı ve Yenileşme: Küreselleşen Dünyada Türkiye (1774-1974)”

           Süreklilik vurgusu bir başka yerde Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolar sanki Osmanlı Devleti’ni yıkmamış gibi yansıtılması yoluyla verilmektedir:

          “Birinci Dünya Savaşı sonrasında imparatorlukların sona ermesi (Rusya, Avusturya, Osmanlı), cumhuriyet ve parlamenter demokrasinin modern dünyada hakim siyasi rejimler haline gelmesi temelinde sorgulanır.”

             Böylece mesele dünyanın aldığı yeni şekle büründürülerek Osmanlı devleti yöneticilerinin devletin dağılmaktaki sorumluluğu da gözden kaçırılmaktadır. Dahası millet, egemenliğini değişen dünyaya uyum temelinde, padişahın rızasıyla değil padişaha ve emperyalizme karşı savaşarak üzerine almıştır. 

            Osmanlı Devleti’nden askerî ve sivil sanayi tesisleri,  iletişim ve ulaşım altyapısı miras bırakıldığı, Osmanlı borçlarının Cumhuriyet hükümetleri tarafından ödenmeye devam edildiği vurgulanarak süreklilik izlenimi yaratılmaktadır. Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyet’ine geçişin basit bir iktidar değişikliği olduğu izlenimi veren bu ifadeler “tek parti döneminde inşa edilen sanayi tesisleri, Alman ve Sovyet katkıları”  diyerek küçümseyici bir yaklaşımda bulunmaktadır.

               Programda “devletin bekâsı fikrini esas alan kanun/ örfi hukukun aksine, dini hukukun (şeriat) şahıs haklarının dokunulmazlığını esas aldığı fark edilir” ifadesiyle padişahın egemenlik haklarının korunmasına yönelik gizli bir amaç hissedilmektedir.

            Bir başka yerde de “Kanun-ı Esasî”nin “uzlaştırma çabası” temelinde ele alındığı belirtilmektedir:

           “Ondokuzuncu yüzyılda Osmanlı siyasi tarihine geçen önemli siyasi vesikalar (Sened-i İttifak, Tanzimat ve Islahat Fermanları, Kanun-ı Esasî), merkezî idarenin kriz dönemlerinde uluslar arası güçler, yerel siyasi aktörler ve ahalinin taleplerini uzlaştırma çabaları olarak sorgulanır.”

           Kanun-ı Esasî’nin ilanı Genç Osmanlılar hareketinin ve onlarla davranan bazı devlet adamlarının ürünüdür.  Padişah mecburen onaylamış, bir yıl sonra da Osmanlı-Rus savaşı bahane edilerek 32 yıl Meclisi Mebusan kapalı tutulmuştur.  1908’de “Hürriyet” diyerek dağlara çıkan Resneli Niyazi beyler gibi İttihat Terakki ileri gelenlerinin önderliğinde gelişen halk isyanıyla padişah Meclisi açmak ve 2. Meşrutiyet’i kabul etmek durumunda kalmıştır. Dahası Meclisi Mebusan seçimlerinin Türkiye Cumhuriyeti’ndeki çok partili hayata örnek olduğunu söyleyerek halk hareketleri karalanmakta, padişahların millet egemenliğini engelleme çabaları gizlenmektedir:

            “Meşrutiyet dönemlerinde yapılan mebusan seçimleri, Cumhuriyet dönemindeki çok partili hayata geçişin öncüsü demokratikleşme süreci olarak incelenir.”

            Ne var ki seçimler bir yandan “yerel siyasi aktörler ve ahalinin taleplerini uzlaştırma çabaları” olarak yansıtılırken diğer yandan da 1. ve 2. Meşrutiyet’i getiren, seçimleri yaptırtan, Meclis’i açtırtan halk hareketlerine ise “darbe” diyerek gerçek fikirlerini şu ifadelerle sergilemişlerdir:

            “1876-1971 arasında sultanlara ve/veya parlamenter rejime karşı yapılmış darbelerin (1876, 1909, 1913, 1960, 1971) aktörleri, dış ve iç sebepleri, gerçekleştirilme şekilleri ve sosyo-politik sonuçları araştırılır.”

             Ayrıca Demokrat Parti’nin yasama yetkisini askıya alan uygulamalarına karşı üniversite gençliğinin de içinde olduğu halk hareketi sonucu yönetime el konulması, “darbe” olarak nitelenemez. 27 Mayıs’ın “ABD tarafından talep edilen planlamaya dayalı kalkınma modeli”  olduğu ifadesiyle de 27 Mayıs’ı yaratan halk hareketinde emperyalizmin parmağını aramaktadırlar.

               B) Cumhuriyet Devrimi, Kurtuluş Savaşı, Atatürk İnkar Ediliyor

           Programın bir yerinde “Yeni Osmanlı ordusu” vurgusuyla iktidarın “yeni Osmanlıcılık” siyasetinin izlerini görmek mümkündür. Öyleki bir sürü savaş sıralanmakta ama Atatürk dönemini inkar edercesine Kurtuluş Savaşı’ndan bahsedilmemektedir:

           “Yeni Osmanlı ordusunun ve Cumhuriyet döneminde TSK’nın içine girdiği başlıca muharebeler (1774-1878 arası Rus harpleri, Osmanlı-M. Ali Paşa çatışmaları, 1897 Osmanlı-Yunan Harbi, Trablusgarp Harbi, Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, Kore Harbi, Kıbrıs Harekatı) çatışan taraflar ve Osmanlı ordusunun askerî kuvveti açılarından kısaca açıklanır.”

           Programın getirdiği “yenilik” olarak “tarihi şahsiyetlere vurgu yapması” ifade edilmekte ama Atatürk’ten bahsedilmemektedir.  “Atatürk”  ifadesi sadece “Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi” dersi belirtilirken geçmektedir.

          “Osmanlı siyasi yapısında bütünlük ve istikrarın sağlanmasında padişah ve tek hanedanın önemini”n fark edilmesini isteyen program alttan alta halk egemenliğini dışlamakta ve bugünkü başkanlık heveslilerine meşru dayanak sağlamaktadır. Osmanlı hanedanının yapısı ve veraset usulü de ne olduğu belirtilmeyen “kadîm Türk töresiyle” ilişkilendirilmektedir.

           C)  Bilim yerine ilim 

          Atatürk döneminde tekke, zaviye ve medreselerin kapatılarak bilimin tek yol gösterici bilinmesi, programda sinsi bir şekilde pozitivizm olarak nitelenmiştir. Bilim yerine “kadim bilim”, “ilim” kavramlarını koyarak bilim düşmanlıklarını sergilemektedirler. Pozitivizm “kadîm bilimin mutlak gerçekliği ve insanın kendisini bilmesini amaçlamasına karşılık pozitivist bilimin maddi gerçekliği açıklama ve insanın dış çevresini kontrole odaklanması” şeklinde eleştirilmekte, dahası “kadîm bilimin din ve inanç sistemleriyle bağlantı kurabilmesine karşılık pozitivist bilimin bunu reddi” ifadesiyle de açıkça bilim karşıtlıklarını sergilemektedirler.

            “Pozitivist bilim anlayışı” demek suretiyle “pozitivizmin dünya bilim tarihine geçmiş tek bilim yöntemi olmadığı” belirtilmekte ama yerine neyin önerildiği de söylenmeyerek dini eğitimi geçerli kılınmaya çalışıldığı hissedilmektedir.

           Açıkça bilim paradigmasının “pozitivizm” olduğunu belirtmemektedirler, ancak programda pozitivizm karşıtlığı sergilenmektedir. “Bilim= pozitivizm=dinin reddi” eşitliği kurarak Atatürk dönemini ima yoluyla eleştirmektedirler. Taslağın bir yerinde “1933 Üniversite Reformu, Cumhuriyet devri Türkiyesi’nde bilim paradigmasının resmen değiştirilmesi bağlamında değerlendirilir” denmektedir. Bu ifadeden önce de şu cümleler kullanılmaktadır:

             “Bilginin üretilme amacı ve yöntemleri açısından, pozitivist bilim anlayışı ile kadîm bilim anlayışı arasında bulunan farkları ayırt eder.

            a) Kadîm bilimin nazari yapısına karşılık pozitivist modern Batı biliminin ampirik araştırmaya dayanması; kadîm bilimin mutlak gerçekliği ve insanın kendisini bilmesini amaçlamasına karşılık pozitivist bilimin maddi gerçekliği açıklama ve insanın dış çevresini kontrole odaklanması, kadîm bilimin din ve inanç sistemleriyle bağlantı kurabilmesine karşılık pozitivist bilimin bunu reddi gibi hususlar sorgulanır.

             b) XIX. Yüzyılda Avrupa’da ve XX. Yüzyılda dünyada hakim bilim yapma pratiği kabul edilen pozitivizmin Dünya bilim tarihine geçmiş tek bilim yöntemi olmadığı tartışılır.

            c) Pozitivist bilim anlayışının, insanlığın evren, dünya ve kendisine bakışında ne tür değişiklik ve kırılmalar meydana getirdiği teorik bilimden mühendislik temelli tekno-bilime geçişin sonuçları çerçevesinde araştırılır.

           d) Osmanlıların pozitivist bilim ve dünya tasavvuru ile tanışmasının, Avrupa devletleriyle girilen askerî ve ekonomik rekabet çerçevesinde açılan kurumlarda (Hendesehane ve Mühendishaneler, Mekteb-i Harbiyye, Tıbbiye, Mülkiye, diğer meslek okulları) aracılığıyla gerçekleşmesi incelenir.”

           Genç Osmanlılar, İttihat Terakki gibi oluşumların kaynağı, halk hareketlerine önderlik eden Harbiye, Tıbbiye, Mülkiye gibi bilimsel eğitim veren kurumlar da hedef alınmıştır.

          “İdeoloji” kavramına yüklenen olumsuz anlamdan dolayı ad vermeden Cumhuriyet devrimi hedef tahtasına konmakta fakat kendi feodal ideolojilerini hakim kılmak istemektedirler.  Modern dünyada herhangi bir ideoloji, kendini din yerine koymadığı halde böyle olduğu belirtilerek aslında bilim karşıtlıklarını sergilemektedirler. Dahası “laiklik” yerine “sekülerlik” konması bilinçli bir tercihtir. Çünkü Atatürk’ün Altı İlkesi’nden biri de laikliktir.  Ayrıca sekülerlik, toplumun din temelinde şekillenmesi yönünde devlet müdahalesinin, denetiminin kaldırılmasının adı olarak bilinmektedir. Dolayısıyla “sekülerlik”, laiklik kelimesinin eşanlamlısı olarak kullanılmamaktadır.

                18. ve 19. yüzyıl Aydınlanma Dönemi’nin eleştirisi laiklik ve bilim düşmanlığına vardığı öğrenciye kazandırılmak istenen şu düşüncede ortaya çıkmaktadır:

               “Aydınlanma düşüncesinin, seküler bir özgürleşme projesi olarak insanı kurumsal din, fizikî çevre (tabiat), toplumsal gelenekler gibi sınırlandırıcılardan bağımsızlaştırma ideali temelinde inşa edildiği fark edilir.”

             Aydınlanma döneminde tek kişi veya çoğunlukla da kral, kilise, soylu ittifakına dayanan aristokratik egemenlik anlayışına karşı halk egemenliği mücadelesi verilmiştir. Bu mücadelenin yürütülmesi laiklik temelinde olmuştur. Egemenliğin ilahi kaynaklı olduğu düşüncesine karşı yeryüzü yani halk temelli olduğu anlayışı çerçevesinde yürütülen mücadele laikliğin gelişimini sağlamıştır. Laiklik özünde halk egemenliği ve aklın referans alınmasıdır. Aydınlanma dönemini hedef alanlar aslında laikliği, halk egemenliğini, bilimi hedef almaktadır.

            Bu nedenle taslaktaki “Batı modernliğinin burjuva sınıfının entelektüel faaliyetlerde (bilim, eğitim, hukuk) Katolik Kilisesi’nin tekelini kırma ve kendine yer açma çabası çerçevesinde bir sekülerleşme projesi” iddiası da gerçek dışıdır.  Laikliğin (sekülerliğin) Avrupa’da ortaya yükselmesi Avrupa değeri olduğundan değil ekonominin gelişimiyle ilgilidir.  Dolayısıyla Batıya ait görerek laikliği göz ardı etme uyanıklığı, sosyolojik yani bilimsel değildir. Taslakta “rasyonalizm” ve “materyalizm” akımları için de “mutlak güç ve mutlak kontrol arzularının aşırı ürünleri” sayılmaktadır. 

            “Türkiye Cumhuriyet’i” ifadesinden 1 kere bahsediliyor. Sanırım bunu farkında olmadan yazmışlar ki, diğer yerlerde hep “Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde”, “Geç Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiyesi’nde” şeklinde ifadeler vardır.

            Atatürk dönemini “totaliterleşme eğiliminde” olmakla suçlayan ifade,  “Osmanlı’dan devralınan tarihî miras”ı da işin içine katmakta; fakat bunun ne olduğunu açıklamamaktadır:

             “Türkiye’de kurulan Cumhuriyet’in çok partili hayata geçemeyişi ve bir tek parti devletine dönüşmesinde, Osmanlı’dan devralınan tarihî mirasın yanısıra Avrupa ve Rusya’daki rejimlerin totaliterleşme eğilimlerinin etkisi tartışılır.”

             Taslak programda “Kadîm Dünya” tasavvuru yapılmakta ve “Batı modernitesi” karşısında konumlandırılarak Kadîm dünya “metafizik yönelişli” olarak nitelenmiştir:

             “ ‘Kadîm Dünya’ tanımlaması sadece kronolojik bir dönemlendirme olarak değil, Batı modernitesinin Dünya’ya hakim olması öncesinde Dünya’nın farklı yerlerindeki insan toplulukları ve medeniyetlerin metafizik yönelişli dünya tasavvurları ve tabiata bağlı üretim tarzları açılarından benzer bir varoluşa sahip oldukları şeklinde de anlaşılmalıdır.”

            Kadim dünyanın faiz yasaklarından, kapitalist ekonomiye koyduğu sınırlamalardan, ekonomik faaliyetleri nefis terbiyesi temelinde ele almasından bahsedilmekte ama bu kadim dünyanın hangileri olduğu belirtilmemektedir. Bilinmeyen bir kadim dünyadan ve semavi dinlerden güç alarak İslam hukukunun laik hukukun yerine konmak istendiği şu cümlelerden anlaşılabilmektedir:

          “Semavi dinler ve kadîm dünyanın diğer inanç sistemlerinin insanın dünyevileşmesine koyduğu sınırlamalar ile geçim ekonomisinin benimsenmesi arasında ilişki kurulur.”

          “Dinlerin, insanların ekonomiye bakışını ve ekonomik faaliyetlere yönelik etkilerini değerlendirir.

          a) Semavî dinlerin faiz yasaklarının kapitalist ekonomiye geçiş yolunda çıkardığı engeller tartışılır.

         b) Dinlerin ekonomik faaliyetleri, insanın meşrû bir geçim kaynağına sahip olması ve nefsini terbiye etmesi çerçevesinde tanımlaması, İslam’ın bu konuda vaz’ ettiği ilkeler örneğinde irdelenir.

          c) İslam tasavvufunda mevcut meslek ahlâkı anlayışı, sadece belirli bir döneme ve üretim tarzına mahsus olmayan evrensel ilkeler olarak kavranılır.”

          Öğrencilerin, Osmanlı ekonomi düşüncesinin “çağdaş kapitalist ekonomik anlayıştan farklarını” kavramalarını isteyen program, “dinlerin insanın dünyevileşmesini sınırlayan ilkelerine vurgu” yapılması gerektiğini savunmaktadır.” 

           Ekonomik gelişmeleri belirleyen kültürel yapı değil maddi yapıdır. Yani üretim düzeyinin gelişmişliğidir. Din ve diğer kültürel yapı bunu kolaylaştıran veya engelleyen bir ortam sunabilirler. “Dünyevileşme” denerek insanın tüketimin peşinde koşması suretiyle insani ilişkilerin geride kalması kastedilmektedir. Oysaki dünyevileşme ekonomik yapının bir sonucudur.

            Dünyevileşmeye, dinler, “paylaşma” kültürünün yaygınlaşmasını salık vermesi yönüyle geciktirici etkide bulunabilir. Fakat ekonomik gelişmişliğin getirdiği insan ilişkilerine getirdiği sıkıntıların giderilmesi esas olarak dayanışmacı, paylaşımcı ahlakın öğretilmesiyle ilgilidir. Dolayısıyla dini paylaşımcı kültürün tek panzehiri görmek hatalıdır. Kaldı ki paylaşıma, kamucu, halkçı kültüre dayalı ekonomik sistemler de vardır.

             D) “Türk milleti” yerine “ümmet” kavramı yerleştiriliyor

            “Programın Genel Amaçları” kısmında “Türk milletinin ve kültürünün geçmişten bugüne serüvenini” ve “Türk milletinin tarihini insanlık tarihi bağlamında karşılaştırmalı olarak kavratmak”tan bahsetmekte fakat hiçbir yerde ““Türk milleti” ifadesine yer verilmemektedir. “Millet” kavramı kullanılarak, kastedilenin aslında Cumhurbaşkanının belirttiği gibi “ümmet içinde millet” olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin şu satırlarda “mensup oldukları milletin” ifadesiyle ülkemizde Türk milletinin dışında da millet olabileceği ima edilmektedir:

             “Takip eden sınıflarda Türkiye tarihi üzerine yoğunlaşacak öğrenciler, bu sınıf programında mensup oldukları milletin ve yaşadıkları coğrafyanın kadîm kültür mirasını, çağdaş sosyal bilimlerin perspektifinden insanlık tarihi bağlamında tanıma imkânı bulacaklardır.”

              Böylece ümmet kavramı Türk milletinin karşısına konmuştur. “Dünya Gücü Osmanlı (1453-1600)” başlıklı kısımda “millet sistemini Osmanlı İmparatorluğu’nun çok kültürlü yapısı bağlamında” ele alarak ülkemizde de çokkültürlü bir yapının hakim kılınmak istediği anlaşılmaktadır: 

           Millet sisteminin “farklı dinî ve kültürel kimliklere sahip toplum kesimlerini idare etmek için politik bir araç olarak” kullanıldığı, millet ve ümmet kavramlarının “İslam ve Osmanlı düşünce geleneklerinde bugünden farklı anlamlara geldiği” açıklanarak asıl niyetlerini sergilemişlerdir.”

             “Âlimler ve Arifler” başlığında bilim adamı kavramı gözlerden kaçırılmaktadır.  Bu amaç “farklı gözüken hukuk sistemlerinin aslında aynı değerleri muhafaza etmeye” yönelik olduğu ifade edilerek hissettirilmektedir:

             “Bu ünitede öğrencilerin, insanların topluluk halinde yaşayabilmeleri için tarihin en eski dönemlerinden beri belirli bir hukuk sistemi ve adalet anlayışına ihtiyaç hissettiklerini farketmeleri ve farklı gözüken hukuk sistemlerinin aslında aynı değerleri muhafaza etmeye çalıştıklarını anlamaları amaçlanmıştır.

            “Osmanlı ilim hayatında”, “dinî/naklî ilimler, aklî ve felsefî ilimler ayrımı” yapmaktadırlar. Aklî ilimden kastedilenin ne olduğu açıklanmaması bilim yerine ilim kavramına alıştırmaya yöneliktir. 

             Tarih dersinden ziyade din dersinin konuları programa eklenmiştir ve bunu da “farklı disiplinlerden yararlanmak” adı altında gizlemektedirler. “Önemli Kavramlar ve Önemli Şahsiyetler” başlığında “hadd, tazir, kısas, diyet, ibret verme, Halife Ömer, Ebu Hanife, İmam Şafî, Aziz Mahmud Hüdai Hikmet, erdem, ilimlerin tasnifi, nazarî (teorik) ilim, uygulamalı bilimler, bilgelik, irfan gelen,eği” gibi kavram ve simlere yer verilmiştir.

           “Kadîm bilim” gibi mistik bir adlandırmayla bilimin yerine konan anlayışta “mutlak hakikat”  bulanlar elbette bilimde mutlaklığın değil göreceliğin, düne, öncekine göre “daha doğru” olanın olduğunu biliyorlar. “Mutlak” demelerinin sebebi bilimi değil dinin değişmezliği üzerinden dünyayı şekillendirme çabasının ürünüdür.

           Din temelli anlayışın Sünni İslam ekseninde yürütüleceği görülebilmektedir. Alevi motifli bazı isyanlar “dinî ayrışmalar” denerek ad verilmek suretiyle üstü kapalı hedefe konmaktadır:

          “Babai İsyanı ve Şeyh Bedreddin çevresinde oluşan muhalif hareket örnekleri üzerinden siyasi ve sosyal çatışmalar ile dinî ayrışmaların içiçe geçebileceği öğrencilerce fark edilir.”

           Din, o dönemin feodal ideolojisi gereği toplumsal yapıyı belirleyen temel etkendir. Hal böyleyken egemenlere olan isyanın dini bir motife bürünmesi olağandır. Bu isyanlardan bazılarına da Alevi inancına sahip olanlar önemli ölçüde katılmıştır. Bu isyanların “dini ayrışma” olarak da belirtilmesi “dinen meşru görülmeyen” bir topluluk tarafından gerçekleştirildiğini öğrencilere benimsetmeye yöneliktir.

                E) Dini ahlak milli ahlakın yerini alıyor

             Din kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin içeriğinde işlenebilecek irfan, erkân, edep, nefis, amelî terbiye, âdâb-ı muşaret gibi kavramlar tarih dersinde anlatılarak ahlak eğitiminin dini temelde verilebileceği ima edilmektedir:

            “İrfan geleneğinin insanın talim ve terbiyesinde öne çıkarttığı değerleri kavrar.

             a) İrfan geleneğinde amelî terbiyenin öne çıktığını fark eder.

             b) Edeb ve erkân ile nefis terbiyesi kavramlarını analiz eder.

            Osmanlı toplum düzeninin kendi adab-ı muaşeret kurallarını ürettiğini değerlendirir.

            a) Osmanlı âdâb-ı muşaret kurallarının sözlü ve yazılı kaynaklarını inceler.”

            12. sınıf tarih dersi öğretim programında “Osmanlı Devleti sonrası Osmanlı Coğrafyası” başlığı altında “Osmanlı sonrası İslam dünyasında yaşanan hilafet tartışmaları temel aktörler belirtilerek açıklanır”  diyerek Hilafet’in kaldırılmasına karşı tepkiler dile getirilmek istenmiştir. Buna karşın Atatürk’ün ve diğer Cumhuriyet kadrolarının Hilafeti neden kaldırdığına, haklılıklarına dair bir anlatımın ortaya konulmadığı görülmektedir.

            F) Emperyalizm işbirlikçiliği

            Türkiye’nin NATO’ya girişi “Osmanlı stratejik hafızası”na bağlanmakta ve bu yönde Atatürk dönemiyle de ilişki kurulmaktadır:

          “Cumhuriyet döneminde Türkiye’nin izlediği denge ve ittifak kurma stratejisi ile Geç Osmanlı stratejik tercihleri arasındaki sürekliliği kavrar.

          a) Türkiye’nin NATO’ya girişi ve Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne karşı Batı Dünyası ile yakınlaşması tercihi, Osmanlı Devleti’nden miras kalan stratejik hafıza ile ilişkilendirilerek araştırılır.”

          Konuyla ilgisiz gibi görünen zorunluluk askerlikten ve içerdiği “riskler”i de dile getirmeyi ihmal etmemektedirler:

          “Fransız İhtilali sonrasında yürürlüğe sokulan zorunlu yurttaş askerliği sistemi, ulus devlet ve cumhuriyet rejimlerinin eşitlik ve demokratikleşme ilkeleri ile ilişkilendirilerek incelenir.

          Monarşik siyasi yapılar ve zirai ekonominin hakim olduğu ülkelerde, her yurttaşın zorunlu askerlik yapmasının doğuracağı siyasi ve ekonomik riskler tartışılır.”

          Zorunlu askerlik ulus-devletlerin gelişimiyle ortaya çıktığı için aslında zorunlu askerlik üzerinden ulus-devlet karşıtlığı su yüzüne çıkmaktadır. 

 

 

ÖNERİLER

         1)  Tarih dersi ekonominin belirleyicili temelinde ele alınmalıdır. Ekonomik gelişmenin Batılısı, Doğulusu olmaz. Bazı ekonomik yapıların bir yerlerde ortaya çıkması dinle veya başka kültürel yapıyla değil ekonominin vardı gelişmişlik düzeyiyle ilgilidir. Osmanlı’da tımar sisteminin ortaya çıkması, mültezimliğin, laiklik hareketlerinin gelişimi, Türkiye Cumhuriyetinde devletçi ekonomiye geçin nedenleri bu eksende verilmelidir.

          2) Laik yurttaşlık temelinde, ortak gelecek arzusuyla tarih öğretilmelidir. Ortak gelecekte birleşmek dinini, mezhebini, daha önce başka devlete ait olduğu yurttaşlığı veya etnik kökeni sorgulanmaksızın aynı ülkenin vatandaşları olmanın getirdiği amaçlar temelinde birleşmektir.

         3) Laikliğin Batıya ait değil, insanlığın ortak değeri olarak ulusu yaratan ve uluslaşmayı pekiştiren önemli ilkelerden biri olduğu ve toplumsal barışı sağladığı öğretilmelidir. Laiklik farklı dinleri ve aynı din içinde farklı akımlar arasında huzuru sağlayan bir ilke olarak değerlendirilmelidir.

          4) Öğrencilerin tarihe merakını artıran ve ince zevkler edinmesini sağlayan Sanat Tarihi dersi okutulmalıdır.

 

            Mustafa SOLAK

ADD Bilim Danışma Kurulu üyesi

 


Emoji ile tepki ver!

Bu Haberi Paylaş :

Etiketler :

Benzer Haberler
    0 Yorum
  • Yorumu Gönder
  • Diğer Yorumlar (0)