Yazının, uçup giden söze her daim galebe çaldığı bu dünyada, yüz yüze tanışma fırsatı bulamadığım gençlere de ulaşmak maksadı ile ve de dilim döndüğünce bu beyaz sayfaya uçup gitmesin diye birkaç kelime nakşeylemek istedim. Yazı biraz uzun oldu bundan dolayı peşinen affınıza sığınıyorum ve sabrınız için şimdiden teşekkür ediyorum.
Evvelâ şunu belirteyim ki kimseye öğüt vermek haddimiz değil. Gelin biz buna acı-tatlı deneyimleri paylaşmak diyelim. Paylaşmak istiyorum, çünkü insan yapılan veya yaptığı yanlışları başkaları da tekrarlamasın istiyor. Biz yüksek lisansta öğrenci iken, öyle ya da böyle tekrara veya yanlışa her düşüşümüzde muhterem Erhan Hocam ısrarla "Amerika'yı yeniden keşfetmenin manası yok" diye bizlere tembihte bulunurdu. Sahi Amerika nasıl keşfedilmişti ki? Burada tutup size Amerika'nın nasıl keşfedildiğini anlatacak değilim elbet. Lâkin Kristof Kolomb’u bile Amerika Kıtası’na ulaştıran, onun maceracı ruhundan ziyâde; kendinden önceki örnekleri iyi analiz etmiş olması, bilgi birikimi ve inancı olduğunu hatırlatmak kâfî. Deneyim ve bilgi olmadan ve dahi bir bilene sormadan, sadece maceracı bir ruh ile yelken açılan okyanuslardan kim bilir niceleri tekrar karaya dönemedi! Hele bir de kutup yıldızından bî-haber idi iseler vay ki vay hâllerine!
Şimdi sizin haklı olarak "Kişi kendi yaşamadan öğrenemiyor ki bundan dolayı adı deneyim değil mi?" dediğinizi duyar gibiyim. Elbette ki öyle; ama bu süreci ne kadar küçük sıyrıklarla atlatırsanız o kadar az hasarla yola devam etme şansınız olur. Yani tutunduğunuz kutup yıldızı okyanuslarda hebâ olup gitmenize müsâade etmez ve pişmanlıklarınız bir nebze olsun azalır.
Peki, bu uzun girizgâhtan sonra zülf-i yâre dokunmaya başlayalım. Üniversiteyi kazanmış olmanın verdiği heyecan ile haklı olarak bulutların üzerinde olan kardeşlerim! Ne yazık ki yıllardır Kaf Dağı'nın arkasında ulaşılmaz, ulaşıldığında ise her şeyin son bulduğu bir saadet kapısı gibi anlatılan üniversite, hele Türkiye'de her ile açılmış hâliyle bir hiçtir. "Aaa oldu mu? Ne gerek vardı şimdiden morallerimizi bozmaya!" dediniz değil mi? Bozmak değil canım kardeşim. Ben morallere şimdiden hafifçe dokunayım da yarın üniversite bitmeye yakın "Tüh, ah, aman..! Alan bilgisi ve üniversite ortalaması çok önemliymiş. Atanmak, mastır, doktora için KPSS, YDS, ALES, TOEFL, IELTS vs. varmış"a morallerin alışık olsun. 4 yılın ne kadar hızlı geçtiğini, dördüncü sınıf son dönem final sınavlarını verirken daha iyi anlayacaksın!
Yıllardır zihinlerimize pompalanan üniversite; saçın-sakalın özgürce uzatıldığı, “Aman bi’ kapağı at tamam”ın şekil bulduğu, güzel binaların, kafelerin, restoranların olduğu bir yer değil! Olmamalı! Kaç yıl önceydi hatırlamıyorum, Boğaziçi Üniversitesi’nin rektörü şöyle demişti:“Üniversitemizin manzarası, bahçesi, çimleri, kampüsü çok güzel ama bize orada oturmaya zamanı olmayacak öğrenciler lazım!” Ne güzel de söylemişti. Bizim için üniversitenin Türkiye’mizde oluşturulmuş klişe kalıbını en azından zihinlerde yıkmanın zamanı geldi de geçiyor bile.
Gözlerime görüp hayret ettiğim ve hâlâ bünyesinde bulunduğum için gönül rahatlığı ile anlatıyorum. Dikkat buyurun lütfen. Meselâ Rusya Federasyonu, Dünya Üniversiteler Sıralamasında ilk 500’e birçok üniversite sokmuş bir ülke. (Dünya üniversiteler sıralamasını ve bizim yerimizi merak edenler buradan: http://www.topuniversities.com veya şuradan: https://www.timeshighereducation.com bakarak teyid edebilirler.) Bu üniversitelerden birisi benim de öğrencisi olduğum St. Petersburg Devlet Üniversitesi. Bu üniversitenin çoğu binası tarihî ve St. Petersburg şehrinde bulunan çoğu tarihî binanın genel özelliğini taşıyor. Yani dışardan güzel ama içi dökülüyor. Moskova Devlet Üniversitesi’nin fizikî durumu da pek farklı değil. Üniversitede çalışan akademisyenlerin maaşları çok düşük. Sıkı durun ve kemerlerinizi bağlayın! Bu üniversitede hocaların odası yok! Evet, bildiğiniz yok! Öğretmenler odasından bozma bir yerde buluşup konuşuyorlar, sonra herkes işine. Üniversite içerisinde restoran ve doğru-dürüst kantin olmayışı konusuna hiç girmiyorum bile! Bir keresinde “Hocam nerde dinleniyorsunuz peki?” diye sordum. Aldığım cevap: “Biz dinlenmiyoruz ki eşek gibi çalışıyoruz.” şeklinde oldu. Bizde araştırma görevlisinin odası olmazsa eyvah eyvah! Niye? Çünkü bina çok önemli, eğitim kalitesi ikinci belki de üçüncü planda.
St. Petersburg Devlet Üniversitesi, Doğu Fakültesi’ndeki Türkoloji öğrencilerinin Türkçesi ve Osmanlıca okuma-yazma bilgisi bizdeki bazı tarih hocalarını (!) katlayabilir, benden demesi. Çalışma disiplini ve iş ahlakı had safhada. Anladınız mı şimdi neden üniversite bir hiç? Aslında hiç olan bizim binalar içerisine sıkıştırdığımız üniversite kavramı.
Cânım kardeşlerim, ülkemizin elbette ki iyi üniversiteleri ve saygın hocaları var. Lâkin ya o üniversitedeki öğrenciler bazen ellerindekinin kıymetini bilmiyor ya da ne yazık ki o üniversitede olması gereken öğrenci giriş sınavının cilvesiyle başka bir üniversitede umutsuzluktan körelip gidiyor. Köklü bir üniversiteyi kazanmamış olanlar hemen ümitsizliğe kapılmasın. Çünkü üniversite ve hocalar size her şeyi veremez. Unutmayınız ki iyi hocalar ve onlar sayesinde üniversite olmayı başarmış üniversiteler size ancak bir yol gösterebilir. İş her şeyde olduğu gibi döner-dolaşır o yolu yürüyecek olan sizde biter. Siz kendi üniversitenizi zihin dünyanıza inşa etmekle yükümlüsünüz. Hocaların çizdiği yolu takip etmek, adını saydığı kitapları, dergileri, makaleleri vs. okumak elbette ki önemli; lâkin sınırlarınız onlar olmayacak. İlim bizim kayıp malımızsa ve onu nerede bulursak alacaksak eğer, o zaman tabir-i caizse hocalarımızın ilmini sömüreceğiz. Bu ananızın ak sütü gibi, son damlasına kadar size helaldir.
Ukalalığa girişmeden hocalarınızın anlattıklarını sorgulayın, kapılarını çalmaktan çekinmeyin ve sorular sorun. Dersini anlatan hoca öğrencisinin gözünün içinde bir parıltı görmek ister. Unutmayın! Talebelik ve talep etmek aynı kökten gelen kelimelerdir! Gözlerinizdeki o ilim talep eden parıltıyı hocalarınızdan esirgemeyin! Etrafınızda yanlışlarınızı düzeltmek için size samimiyetle kızabilecek hocalarınız olsun. Daha doğrusu siz onların etrafında olmaya çabalayın. Bilirsiniz ki hoca illa size birebir ders vermiş olan kişinin unvanı değildir. Yazdıkları ve anlattıkları vesilesiyle çok dersini almış olduğunuz hocaları takip edin. Özellikle sözel bölümlerde okuyanlar, lütfen üniversite hayatınız boyunca fotokopici peşinde koşmayın! Yazarın emeğine saygı ve hak işin bambaşka bir boyutu; lâkin siz kendi kitaplığınızı olgunlaştırmak için ilk tohumları atmaya uğraşın. O tohumları birer birer atın ki yarın evlâdınız evinizde bir kütüphaneye gözlerini açabilsin. Bu kitaplar babamın, annemin kitaplığından diyebilme bahtiyarlığını tattırabilin onlara.
Alanınızla alakalı olmasına bakmaksızın sanatın, sporun bir dalına veya bir ilme merak salın. Bir müzik enstrümanı çalmaya çalışın. Çalamasanız da sorun değil, çalışın. Sesiniz güzelse türkü söyleyin, üniversite korosuna katılın. Alanınızda sizi farklı yerlere taşıyacak bir yabancı dili muhakkak ama muhakkak öğrenin. Biliyorsanız ikincisine başlayın. Bu dile başlamak için son gün bugün olsun. Öğreneceğiniz dillerle ilgili “Ne saçma! Ne gereksiz! Neden böyle? Neden böyle değil? Neden? Neden? Neden?” diye hem kendinizle hem dillerle mücadeleyi bırakın! Kavga sizi bir yere götürmeyecek, bu tecrübe ile sabit!
Cânım kardeşlerim, siz zihin dünyanızın içerisine inşa ettiğiniz üniversitede mesafe katettikçe, daha köklü üniversitelerde okuduğunu düşündüğünüz meslektaşlarınızla aranızdaki uçurum da kalkmış olacak. Liyâkat-lâyık olma işte o zaman tam mânâsı ile vücut bulacak.
Siz de bilirsiniz ki toplum asla yukardan aşağı değiştirilemez. Güzel, bencil olmayan; vatanımızı ve milletimizi de kucaklayan ülküleriniz olsun. Gelecekte onlara illâ ulaşmış olmanız gerekmiyor. Bu uğurda sarf ettiğiniz mesai ve çabalarınız bile sizi ve bizi bir yerlere taşıyacaktır. Unutmayın! Yarın hayatınızın geri kalanının ilk günü!
Muhabbetlerimle… Öğrenciliğiniz bâkî olsun.
Eray Akçay, 13.05.2017, St. Petersburg.