Bir süredir eğitimle ilgili sohbetlerimizde, şu soruyu sık sık kendime soruyorum:
Biz bu çocukları nereye hazırlıyoruz?
Sınavlara mı? Yapay zekâya mı? Yoksa hayata mı?
Teknoloji baş döndürücü bir hızla gelişiyor. Artık çocuklar ödevlerini bile yapay zekâya yazdırabiliyor. Saniyeler içinde yabancı diller arasında çeviri yapabilen uygulamalar var. Video dersler, dijital sınıflar, sanal öğretmenler... Her şey çok “akıllı”. Ama ben bazen dönüp öğrencilerime baktığımda bu konuda sınır ne olmalı diye kendime soruyorum. Bu kadar bilgiyi öğreniyorlar mı gerçekten yoksa sabun köpüğü gibi ihtiyaçlarını gördükten sonra uçup gidiyor mu?
Çünkü bence mesele artık sadece “bilmek” değil.
Artık mesele karar vermek.
Yani insanı değerlerimizi mı koruyacağız yoksa teknoloji ile birlikte farklı bir anlayışa mı ilerleyeceğiz. Aslında teknolojide yaşanan hıza ayak uydurmak mümkün değil. İstesek de istemesek de çocuklarımız bu dünyanın içine doğdular ve farklı bir seçenek bilmedikleri için de rahatsız olmuyorlar.
Belki de teknoloji ile ilgili kaygılanan son nesil bugünün anne-babaları olacak. Artık ekran karşısında zaman geçirmek çok normal hale geliyor.
Eskiden bir öğrencinin gözünün içine bakar, eksik olanı hissederdik. Hangi cümlesinde kendini saklıyor, hangi davranışında bir kızgınlık var, anlardık. Şimdi aynı çocuğun önüne bir tablet koyuyoruz, "orada" her sorunun çözüldüğünü zannediyoruz. Ama o çocuk çoğu zaman bizimle değil. Belki başka bir dünyada, belki kendini bile tanımadan bir sınava hazırlanıyor.
Benim öğretmenliğimde teknolojiye düşmanlık yok. Tam tersine, doğru kullanıldığında müthiş bir fırsat olduğunu biliyorum. Ama teknoloji, eğitimin öznesi olmamalı. İnsan kalmalı. Öğretmen kalmalı. Sevgi, saygı kalmalı.
Şimdi tekrar soralım kendimize:
Yapay zekâya hazır nesiller yetiştiriyoruz, doğru.
Peki biz, bu çocukları insan olarak koruyabiliyor muyuz?
Geleceği teknolojiyle inşa edeceğiz belki ama ruhunu ancak insanlıkla doldurabiliriz.
Ve biz öğretmenler, hâlâ bu ruhun mimarlarıyız. Unutmayalım.