adscode
adscode

Çanakkale diriliştir

Barış Doster yazdı;Çanakkale diriliştir

Çanakkale diriliştir
Konuk Yazar
Türk dilinin büyük ustalarından, Kurtuluş Savaşı’nın, Cumhuriyet’in yiğit savunucusu Falih Rıfkı Atay, muhteşem eseri Zeytindağı’nda, Birinci Cihan Harbi’ndeki Osmanlı Devleti’nin Kudüs’teki durumunu şöyle niteler: “ücretsiz tarla ve sokak bekçisi”. İlhan Selçuk ise Yüzbaşı Selahattin’in Romanı’nda, Osmanlı Ordusu’nun Bağdat’tan çıkışını şu şekilde anlatır:
“Bağdat gece boşaltılacak. Kolordu ve devlet teşkilatı gece yarısından sonra şehri bırakacaklar… Biz hepimiz ağlamaklıydık. 10- 11 Mart 1917 akşamında müthiş bir kasırga başlamıştı. Ve biz bu kasırga içinde Bağdat’ı terk ettik… Sabaha karşı şehrin kuzey ucundaki Kâzımiyye mahallesinden çıkarken büyük bir vaveyla ile karşılaştık… Biz Ordu’nun yaralılarını, başlarında subay ve doktorları olduğu halde hastanelerde bırakmıştık. Askerlikte usul buydu…
Ne var ki Albay Bekir Sami’nin tümeni tam Kâzımiyye mahallesinden geçerken duyduğu feryatlar üzerine kasabaya girmiş ve görmüş ki, hastanelere hücum eden Araplar, kolu bacağı kırık yaralıları, yataktaki Türk hastaları, birer ip takarak sokakta sürüyorlar, hastaneleri yağma ediyorlar, hastaları soyuyorlar… Halkın, “Türk Ordusu gitti” diye korkusu kalmamış…
Biraz sonra ateş sesi duyuldu. Bir de ne görelim. Albay Bekir Sami dört yüz kişiden fazla olan Kâzımiyye halkını kurşuna diziyor… Kazım Karabekir Paşa sordu: Bekir Sami ne yapıyorsun? Albay Bekir Sami yanıtladı: “Dört yüz yıllık Osmanlı tarihinin hesabını görüyorum…”

EMPERYALİZMİN İLK BÜYÜK PAYLAŞIM SAVAŞI

100 yıl önce başlamıştı Birinci Dünya Savaşı. Emperyalizmin ilk büyük paylaşım savaşıydı. Attila İlhan’ın deyimiyle, “çizmeleri tozlu, kumral sakalları barut yanığı, gözleri Kuvayı Milliye mavisi”Gazi ve arkadaşları, Kurtuluş Savaşı’nı yapan, Cumhuriyeti kuran kahramanlar, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordularını yönetmiş komutanlardı. Sykes- Picot Anlaşması (1916), Balfour Deklarasyonu (1917), Wilson Prensipleri (1918), Paris Barış Konferansı (1919), Sevr Antlaşması (1920) onlara, Cumhuriyet’e kanat gerenlere, akılcı, gerçekçi davranmanın önemini öğretmişti. O yüzden ulus devlet, milli ekonomi, tam bağımsızlık, çağdaş eğitim, bölge merkezli dış politika, iyi komşuluk dediler. Bıkmadan, usanmadan, yılmadan, yorulmadan Türkiye için çalıştılar. Kamucu, toplumcu, halkçı siyasetleri öncelediler. Genç Cumhuriyet, bir yandan Lozan’da yükümlendiği Osmanlı borçlarını ödedi, bir yandan sanayi atılımı yaptı. Üç beyazı (un, şeker, pamuklu) üretmenin gururunu yaşadı. Çayına kendi şekerini attı, aşına kendi tuzunu kattı, ekmeğini kendi unundan yaptı. Sırtında Sümerbank’ın pazeni, Nazilli’nin basması, ayağında Baykoz’un kundurası vardı. İnce belli çay bardakları Paşabahçe’nindi… Vecihi Hürkuş, Nuri Demirağ Türk uçakları üretirlerdi. En önemlisi, gururluydu o Cumhuriyet’in çocukları…
Günümüzdekiler öyle değil. Kurtuluş Savaşı sonrasındaki Lozan Barış Antlaşması’nın (1923) değerini bilmeyen çok. Çoğunluğun parçası olmak yerine, azınlık olmak isteyen çok. Yugoslavya, Çekoslavakya parçalanmışken, Afganistan, Irak işgal edilmişken, Belçika bölünmeyi tartışırken, federasyonlar dağılırken, Türkiye’yi federasyon yapmak, Kıbrıs Türklerini adada azınlık cemaati durumuna düşürmek isteyen çok. Emperyalizmin o gün olduğu gibi, bugün de etnik kimlikleri, dinsel aidiyetleri, mezhep mensubiyetlerini, feodal ilişkileri kullandığını, kışkırttığını göremeyen, emperyalizmin hizmetine giren “aydın” çok. Devrimci, solcu, millici, halkçı, Atatürkçü olmanın temel şartının antiemperyalist olmaktan geçtiğini kavramayan çok. Acı, ama gerçek…
Tarihe dönelim… Osmanlı Devleti’nin savaş dışında kalıp kalamayacağına ilişkin tartışmalar hep yapılmıştır, halen de yapılır. Kimileri, savaş dışı kalabileceğini söylerler, yanlıştır. Çünkü savaş, Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarını paylaşmak için, onun siyasal terekesi üzerine oturmak için yapılmıştır. Şark Meselesi (Doğu Sorunu) denilen sorun, sonuçta Osmanlı’yı parçalama sorunudur. O yüzden, o büyük paylaşım savaşında, Osmanlı açısından savaş dışı kalmak olanaksızdır. Osmanlı açısından mesele hayatta kalmak, yaşamak, vatanı savunmaktır. Savaş ise adeta davul zurna çalarak gelmektedir. Öyle ki, İngiltere, Osmanlı Devleti’nin Londra’ya sipariş ettiği, parasını da yoksul halktan bağış toplayarak peşin ödediği iki savaş gemisini, “Reşadiye” ve “Sultan Osman 1”, Osmanlı Bahriyelileri gemileri teslim almaya gittikleri halde ve gemilere yakıt yüklenmesine rağmen, Osmanlı’ya teslim etmemiştir. Ne özür dilemiş, ne de parayı iade etmiştir. Devlet şeklinde örgütlenmiş haydutluk olan emperyalizmin kitabını yazan Londra, işte böyle küstahtır. İngilizlerin bu tavrı da, Osmanlı’yı can havliyle Almanların safına biraz daha itmiştir.  
Dahası, Babıâli savaş heveslisi değildir. Güçsüzlüğünün farkındadır. Tarafsızlık politikası izleyecek imkân ve kabiliyetten yoksundur. Müttefik seçme lüksü yoktur. Osmanlı’yı yöneten İttihatçı kadrolar, savaşta tarafsız kalmak için İngiltere’ye, Fransa’ya, Rusya’ya heyet göndermiş ama bu heyetler eli boş dönmüştür. İngiltere, Fransa ve Rusya, yıllardır suni teneffüsle yaşayan, oksijen çadırında yaşatılan, yaşam destek ünitesine bağlı bulunan, hayat öpücüğü verilen “hasta adamı” gözden çıkarmışlardır. O zamana dek İstanbul ve Boğazların kimde kalacağı konusunda anlaşmazlık yaşamışlarsa da artık, açık – gizli anlaşmalarla karara varmışlardır. Almanya’nın büyümesine karşı olan İngiltere ve Fransa’nın en büyük ödünü ve savaş rüşveti olarak İstanbul, Ruslara bırakılmıştır. Ve savaşı İngilizler kazanmıştır. Osmanlı’ya karşı Arap milliyetçiliği ve bağımsızlık hedefiyle bayrak açan Arapların duygularını da, Londra başarıyla kullanmıştır, özellikle de Şerif Hüseyin üzerinden. İngiliz diplomatları, gizli servis elemanları için söylenen, “Adamın ayağından ayakkabısını çıkarmadan, çorabını çıkaracak kadar mahirdirler” sözü, önemlidir.  
Şüphesiz, savaşa girmenin zamanlaması, yöntemi, şartları, biçimi ve savaş içinde izlenen ittifak ilişkilerinde yanlışlar vardır. Bu konuda Enver Paşa hatalıdır. Ancak onun Alman yandaşı olmasının (öyle ki, Almanlar Osmanlı topraklarına “Enverland” demektedir), ihtirasının, hesapsızlığının, Osmanlı’nın Almanlarla ittifak kurmasıyla ilgisi yoktur. Zira Almanya ile ister istemez aynı cephede buluşulmuştur. Bu ittifak bir tercih değildir, nesnel şartların dayattığı bir zorunluluktur. Almanya, emperyalist paylaşım kavgasına geç katılmış bir devlet olarak Osmanlı’yı sevdiğinden değil, Osmanlı’yı da kaptırmamak, hiç olmazsa bu en büyük ve en son savaş ganimetine sahip olmak için savaşmaktadır. Sorun, emperyalist merkezler arasındaki çelişkidir, Osmanlı’nın jeopolitik konumudur, Ortadoğu’nun zenginliklerinin üzerine oturmaktır.
İttihatçı yönetimin yanlışı, Almanların denetimini kabul etmesi, ordunun komutasını bile Almanlara vermesidir. Almanların talebiyle, onların yükünü hafifletmek için yeni cepheler açılmasıdır. Nitekim Atatürk de, hem o dönemde, hem de sonraki yıllarda, devlet ve ordu üzerindeki Alman nüfuzunu eleştirmiş, ancak imparatorluğun savaş dışında kalmasının olanaksız olduğunun da altını çizmiştir. Bu açıklamalarından ikisi özellikle önemlidir. İlki, TBMM’nin açılışından bir gün sonra, 24 Nisan 1920’de Meclis kürsüsünden yaptığı durum tahlilidir. İkincisi ise bir yıl sonra, 24 Nisan 1921’de Milli Mücadele’nin sözcüsü olan Hakimiyeti Milliye gazetesine verdiği mülakattır.

Yazının Devamı İçin Tıklayın!

Emoji ile tepki ver!

Bu Haberi Paylaş :

Etiketler :

Benzer Haberler
    0 Yorum
  • Yorumu Gönder
  • Diğer Yorumlar (0)